Anasayfa
ANASAYFA DETAYLAR

Mehmet Akif Bir Kahramandır

Beyoğlu Sohbetleri’nin (08.01.2010) yeni yılın ilk konuğu Şair, Yazar Şeref Yılmaz oldu. Ünlülerin terzisi Abdullah Ballı’nın ikramının ardından sözalan ÜNSEV Genel Sekreteri Sayın Ayhan Doğan, “ 13 yıldır sürdürdüğümüz ve Cuma akşamları yaptığımız Beyoğlu Sohbetleri ile bir kez daha birlikteyiz. Görüyorum ki her geçen gün farklı farklı simalarla karşılaşıyoruz. Aralıksız olarak 13 senedir sürdürdüğümüz Beyoğlu Sohbetleri adı altında yaptığımız mütevazi toplantılarda bugüne kadar 5.000’in üzerinde hemşerimizi bu mekanlarda ağırlamışız. Kimler gelmedi ki bu 13 senede. Kendi alanında Türkiye’de söz sahibi marka isimler. Bu isimleri hemşerilerimizin istifadelerine sunarak kültürel faaliyetlerimizi değişik bir anlayışla devam ettiriyoruz. Bu akşamki konuğumuz Araştırmacı Yazar/Şair Şeref Yılmaz Beyefendi. Bizlere Mehmet Akif Ersoy merhumu anlatacak” diyerek konuğa ait okuduğu özgeçmişin ardından sözü gecenin konuğuna bıraktı.  

 

Konuşmasına karşılaştığı ortamdan duyduğu memnuniyeti ifade ederek başlayan Şeref Yılmaz, Mehmet Akif’in çok yönlü bir insan olduğunu belirterek sürdürdü. “Akif çok yönlü bir adamdı. Öyle bir iki saate sığdırılacak bir adam değil. Daru'l-Fünun’da, bugünkü İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmış birisi bir kere. Aynı zamanda da bir şairdir. İstiklal marşı gibi belki de Kur'an-ı Kerim’den sonra en fazla ezberlenen bir şiirin sahibidir. Milli bir marş olduğu işin herkesin hafızasındadır. Böyle bir şiiri yazmak nasip olmuştur Akif'e. Çanakkale şehitlerine muhteşem şiirler yazmış, şairliğini ortaya koymuş, bülbül gibi şiirler yazmış, büyük bir şairdir, aynı zamanda. Sırat-ı Müstakim gibi ilmi bir mecmua çıkarmış, bununla halkı aydınlatmış, halkın gönlüne taht kurmuş bir insandır.” Dedi.

 

Mehmet Akif’in milli mücadeleye iştirak ettiğini söyleyen Yılmaz konuşmasını şöyle sürdürdü,” Akif şairlik ve hocalık yanıyla beraber milli mücadeleye iştirak etmiş bir kahramandır. O zamanlarda Anakara hükümeti mi? İstanbul hükümeti mi? Padişah mı? Milli mücadele mi? gibi ikilemlerin olduğu bir dönemde tavrını Milli Mücadele'den yana net bir şekilde ortaya koyan bir adamdır. Anadolu’ya intikal etmiş ve Milli Mücadele'ye destek olmuştur. Milli Mücadele'ye net bir şekilde destek olması Mustafa Kemal'in arakasında durması demekti. Bir çok insan İstanbul hükümeti, padişahlık gibi ikilemde olduğu zamanda Milli Mücadele’nin yanında yer alması ikilemde olan insanlarda şu düşüncenin hasıl olmasını sağlamıştır. ‘Akif Milli Mücadele’ye destek verdiyse, Ankara Hükümeti’nin yanında ise Anadolu’ya intikal ettiyse, Ankara hükümetine ve Milli Mücadele’ye destek vermek lazımdır’ demişlerdir. Ondan dolayı da Mehmet Akif Milli Mücadele'nin manevi lideridir.” Dedi.

 

 Konuşmasında gazetelerden de bahseden Yılmaz,” Sırat-ı Müstakim halkın gönlünde kalbinde çok büyük yankılar uyandırmış bir gazetedir. Halkın birlik ve beraberliğinde çok önemli rol oynamıştır. Daha sonra Mustafa Kemal, Eşref Edip’le beraber Akif’i Ankara’ya davet etmiş ve onları Meclis’in kapsında karşılamıştır ve onların ellerini sıktıktan sonra: ‘Hiçbir matbuat organımız yoktur ki Sırat-ı Müstakim kadar büyük ve etkili olamamıştır. Bundan dolayı sizleri ayrı ayrı tebrik ediyorum’ demiştir Eşref Edip ve Mehmet Akif’e. Bundan dolayı da net bir şekilde Milli Mücadele’ye desteğini vermiştir. Hatta Milli Mücadele’ye katılmak bir cihattır, demiştir. İslam alimi kimliği olduğu için o fetvadır aynı zamanda. Ve insanların nazarında, bilinç altında, Akif’in büyük bir kredisi vardır. Büyük bir hüsn-i zannı vardı. Anadolu insanının zihninde ismi de vardı Akif’in. O yüzden Milli Mücadele’ye çok rahat destek vermiştir, Anadolu insanı. Bundan dolayı Milli Mücadele’nin askeri lideri, komutanı Mustafa Kemal ise onun arkasındaki manevi lideri de Mehmet Akif’tir. Bunu net söyleyebiliriz. Hatta şu kadar söyleyebiliriz Akif, Milli Mücadele’ye destek vermeseydi bu devlet kurulurdu yine de,  - çünkü kadar bu milletin bağımsız yaşamasını demek ki Allah (c.c.) takdir buyurdu ki - fakat Mustafa Kemal’in işi çok zor olurdu. Mehmet Akif çok kolaylaştırmıştır bunu. Nasıl kolaylaştırmıştır? Anadolu’ya intikal etmeden önce Balkan savaşlarının çıktığı zaman İstanbul’un üç büyük camiinden Süleymaniye, Fatih’te ve Beyazıt’ta çok ateşli vaazlar vermiştir. Anadolu’nun birlik ve beraberliğinden bahsetmiş hem kendisi ağlamış hem de dinleyenleri ağlatmıştır. Buraları kaptırırsak evlad-ı fatihanın arka bahçesi burası, onların sığınacakları bir yurdu var, düşman burayı almaya kalkarsa bizler nereye gideceğiz, diye ateşli vaazlar vermiştir.” Dedi.

 

Akif’in I. Meclisin açılışına davet edildiğini belirten Şair konuşmasını şöyle sürdürdü; “ Anadolu’ya intikal ettikten sonra da Mehmet Akif I. Meclis’in açılışına davet ediliyor. 23 Nisan 1920. Trenle çok zor şartlarda buraya intikal ediyor. Takip edilen bir adam. Gece belli yerlerde vapurda seyahat ederken düşman kuvvetlerine mensup olan askerler tanımasın veyahut ihbar etmesinler diye alt katlarda saklanıyor. Milli Mücadele’de önemli bir yeri olan Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’nden Dudullu’ya ve oradan Gebze’ye kadar at sırtında devam ediyor. Oradan trenle Ankara’ya ulaşıyor. O yolculuk zorlu olduğu için 23 Nisan’da değil ancak Meclis açıldıktan bir gün sonra 24 Nisan’da Ankara’ya gelebiliyor. Mehmet Akif’in geleceği Ankara matbuatında ilan ediliyor. Bizzat Mustafa Kemal’in emriyle Ankara’daki matbuat, Mehmet Akif’te Milli Mücadele’ye destek veriyor diye, bunu ilan ediyor. Ankara’da ilk Meclis açıldığı zaman herkesin bir beklentisi ve milletvekilliği düşüncesi varken Akif, Mustafa Kemal’den hemen ilk Cuma günü Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde vaaza çıkmak istediğini söylüyor. Hacı Bayram’da vaaza çıkıyor ve orada da ateşli bir konuşma yapıyor ve insanları Milli Mücadele’ye kilitliyor. Çünkü Akif’in hesabı siyasi hesap değildi, parlamenterlik değildi. Dolayısıyla Ankara’da bir milli birlik ve beraberlik havası esiyor. Yürekler bir atmaya başlıyor. Oradan sonra Balıkesir taraflarına devam etmiştir. Zağanos Paşa Camii’nde vaazlar veriyor. Oradaki insanları tek vücut haline getiriyor. Oradan Kastamonu’ya intikal ediyor. Kastamonu vaazı çok heyacanlı. Hem kendisi ağlıyor hem milleti ağlatıyor. O dönemde Kastamonu’da verdiği vaazı Sırat-ı Müstakim mecmuasında da yayınlıyor. Cephedeki komutanlar askerlere okuyorlar. Defalarca okuyorlar. Askerin maneviyatını tatmin ediyorlar. Bu şekilde Akif Anadolu’yu karış karış dolaşmıştır. Sakarya Meydan Savaşı sıralarında düşman Ankara’ya yaklaştı acaba başkenti geçici olarak Kayseri’ye mi taşısak diye gündeme geldiği zaman ona ilk defa aşırı olarak tepki gösteren Mehmet Akif oluyor. Hayır diyor olmaz böyle bir şey. Biz başkent olarak Ankara’yı boşaltırsak nereye kaçacağız. Olmaz böyle bir şey bu bizim için bir züldür diyor. Biz diyor kahramanca düşmana karşı savaşmalıyız. Sonra kadınlar ve çocuklar, ihtiyarlar, milletvekili hanımlarını Kayseri’ye gönderme kararı alıyorlar. Bu arada Mehmet Akif’in hanımı da Kayseri’ye gidiyor. Oğlu Emin küçük o zamanlar. Yani ortaokul öğrencisi gibi. Emin’i de gönder annesiyle birlikte dedikleri zaman Akif diyor ki o burada kalacak. ‘Babasının düşmanla savaşacağı yerde oğlu da ölmesini bilecek ve benimle kalacak’ diyor. Dolayısıyla Mehmet Akif’in oğlu olmakta beraberinde böyle bir takım sıkıntılar getiriyor. O’da babasıyla beraber Anadolu’yu dolaşmıştır. Sonra hatırlarının bir kısmını bize anlatan o Emin’dir. Emin daha sonra bir çöplüğün kenarında vefat etmiş şekilde bulunmuştur. Diyordu ki Emin; ‘Babam Anadolu’ya intikal ettiğinde karış karış gezerken, Anadolu’daki bir çok insan Milli Mücadele’ye destek vermenin doğru olmayacağını düşünüyorlardı. Babam bu insanları teker teker ikna ediyordu ve etti de. Mesela Eskişehir’de bir tane Tatar asıllı bir sofu vardı. Milli Mücadele’ye destek vermek istemiyordu. Zengin birisi idi. Babam o insanı oturdu ikna etti. Konuştu, dakikalarca konuştu, saatlerce konuştu. İkna etti. Bu adam Milli Mücadele’ye destek verdi. Zengin olduğu için madden de destek verdi.’ Dolayısıyla konuşmamın başlangıcında Akif, Milli Mücadele’nin manevi lideri derken bu sözümün altını doldurmak için bunu söylüyorum. Yani çok yönlü kurtuluş savaşında rol oynamıştır.” Dedi.

 

Mehmet Akif’e meal yazma görevi verildiğini söyleyen Yılmaz “ Bir kere mütefekkir bir adam, fikir adamı İslam alimi kimliği var. Bir müftü bir şeyhülislam kadar İslami meselelere fetva verecek kadar vukufiyeti olan bir adam. Bundan dolayıdır ki cumhuriyet kurulduktan sonra tefsir yazılma işi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a, meal yazma işi de Mehmet Akif’e tevdi ediliyor. Bu bir kişinin ricasıyla değil bütün parlamenterlerin, halk, aydınlar, münevverlerin hepsinin beraber ortak teklifi olmuştur. Mehmet Akif aynı zamanda edebiyatçı idi. Kelimelerin anlamlarını biliyordu. Kullandığı cümlenin, kelimenin ne anlama geldiğini biliyor idi. Aynı zamanda Arapçası, Farsçası vardı. İslam alimi idi. Böyle bir adam meal yazmalı idi. Mehmet Akif kabul etmişti o zaman belli şartlarla. Dolayısıyla Mehmet Akif çok yönlü bir insan. İslam alimi kimliği var, edebiyatçılığı var, şairliği var, üniversite hocalığı var, dini bütün bir insan. Sadece İslam’ın sözcülüğünü yapmamış bizzat dini yaşamış bir insandır. Bundan dolayı O’nun yeni devleti kurmada çok büyük bir emeği geçmiştir. Mehmet Akif fakir bir ailede doğdu büyüdü. Babası aslen Arnavut. Arnavutluğun İpekli kasabasından gelmiş birisi. Tahir Efendi diye bir adam. Çok entelektüel, alim, aydın falan değil. Normal halktan bir adam. Kalkmış buraya gelmiş. Burada kendini o kadar ilme vermiş ki Fatih medreselerinde hocalık yapacak seviyeye gelmiş. Temizlik hususunda aşırı hassasiyeti olduğu için Temiz eklemişler isminin başına ve Temiz Tahir Efendi demişler. İpek kazasından geldiği için de İpekli Temiz Tahir Efendi diye anılıyormuş. Annesi aslen Buharalı olup Yozgat’a yerleşmiş bir ailenin çocuğu. Emine Şerife Hanım. Mehmet Akif böyle bir aileden meydana geliyor. Fakir bir aile. Bir eli yağda bir eli balda değildi tabi. İmkansızlıklar içersinde büyümüştü. Fakat duygu ve düşünce itibariyle doyuma ermiş bir ailenin çocuğu idi. Akif, ‘Benim ilk hocam Babam’ der mesela. Arapça Leyle ve Mecnun’u babamın kütüphanesinden okudum der. Arapçayı ve Farsçayı babamdan öğrendim der. Babası aynı zamanda hocası. Dolayısıyla maneviyatı olan, sakin bir ailede büyümüş birisi. Akif’in mektebe başlayacağı yıllarda, koşup oynayacağı yıllarda 93 Osmanlı Rus harbi patlak veriyor. Bu harbin radyoaktif etkisinde geçiyor Akif’in çocukluğu. Böyle sıkıntılı bir ortam. Bunlar çocukluğunda olgunlaşmış insanlar tabiri caizse. Şartlar o kadar sıkıntılı ki harpten harbe giriyor devlet. Çocukluklarını yaşayamamışlar o insanlar. Bir taraftan savaş bir taraftan yokluk. Daha sonra Fatih’teki evleri yanıyor vesaire.” Dedi.

 

Akif’in asıl mesleği ile ilgili de bilgi veren Şair, “Aslında Akif veteriner. Malumunuzdur bir kısmınızın. Veterinerlikle hiç işi olmamış. Bağışlayın hayvanlarla hiç işi olmamış. Hep insanlarla olmuş. O zaman niye veterinerliği tercih etti? Kendi söylediklerine bakılırsa anlamak mümkün. Fakir bir ailenin çocuğu olduğu için veterinerliği bitirenler eski adıyla baytarlığı bitirenler hemen iş bulabiliyorlar. Bir an önce maaş alıp geçimini sağlamak için veterinerliği okuyor. Kısa dönem veterinerlik dairesinde idareci olarak çalışıyor. Fakat mücadele adamı, dava adamı, şair ruhlu bir adam. Öyle olunca veterinerlik mesleğini çok fazla ifa etmemiş. Hatta O’nun o veterinerliğini bazıları küçümseme anlamında diline bile dolamışlardır ama Akif yeri geldiği zaman taşı gediğine koymasını bilen bir adam. Meclis’e girdiği zaman birisi birazcık burun kıvırarak biraz yukardan bakarak “affedersiniz siz baytardınız değil mi?” deyince ‘evet bir yeriniz mi ağrıyordu’ diyor. Dolayısıyla karşısındaki ikinci bir şey söyleyemiyor. Devlet Veterinerlik Dairesi’nde çalışırken bir genç katip alınacak, ihtiyaç var buna. Katip ilanı veriliyor. Müracaat edenlerin içerindeki bir delikanlıyı Akif mülakat yapıyor. Bakıyor düzgün, akıllı, zeki bir delikanlıya benziyor, alıyor onu katip olarak. Sonra bu delikanlı Mülkiye Mektebi’nde okumak için günde bir veya iki gün üniversiteye gidebilir miyim diye Akif’ten izin istiyor. Akif’te zeki bulduğu bu gencin önünü açmak için tamam diyor. Bu delikanlı üniversiteye gidip gelmeye başlayınca etrafındakiler diyorlar ki: bu Akif’in tanıdığı birisi idi, torpille alındı işe. Delikanlının çıkışını veriyorlar. Ertesi gün Akif daireye geliyor, delikanlıyı soruyor yok, işten çıkarıldı.

Niye?

Böyle böyle işin aslını öğreniyor. Mehmet Akif liyakati olmayan birisini aldı diyorlar. Böyle bir olay karşısında Akif’in tepkisi çok sert oluyor. Sert bir adam Akif. Derhal istifa ediyor. Tekrar delikanlı işe alınınca Daire’ye geri dönüyor. Bu delikanlı, Siyasal Bilgileri bitirmiştir, daha sonra. Sosyoloji okumuştur, akademik çalışma yapmıştır. Profesör olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi döneminde İçişleri Bakanlığı yapmıştır. Adı da Mehmet Emin Erişirgil’dir. Hayatı boyunca Mehmet Akif’in vefasını Mehmet Akif’in yardımseverliğini, Mehmet Akif’in babacan tavrını hayırla anmıştır. Mehmet Akif’e olan saygısını yitirmemiştir. Ve şöyle bir tespiti vardır. Diyor ki: ‘Milli Mücadele’nin ne kadar zorluklarla kazanıldığını, Milli Mücadele’de ne tür fedakarlıklar yapıldığını gösteren en önemli kaynaklardan birisi Mustafa Kemal’in Nutuk kitabı ise eğer, ikincisi Mehmet Akif’in vaazlarıdır’ diyor. Çünkü az önce dediğim gibi o vaazları hele Kastamonu vaazı o kadar ateşli vaazlar olarak geçmiştir ki tarihimize insanlar göz yaşı içinde dinliyorlar ve cephede tekrar tekrar komutanlar askerlere okuyorlar, motive oluyorlar. O zaman Kastamonu’da alim bir zat Hafız Ömer Efendi diye birisi Mehmet Akif’in yanına geliyor ve diyor ki: Hazret koltuğunuzun altındaki kitap nedir böyle? Her gittiğiniz yere taşıyorsunuz? O’da diyor ki: Bu Celaleyn tefsiridir. 18 defa okudum bitirdim bunu. Şimdi 19.sunu okuyorum onu da bitirmek üzereyim. Bunu ben Kur’an-ı Kerim gibi yanımda taşırım diyor. Bir taraftan kolunun altında tefsir, bir taratan cami kürsülerinden vaaz vererek insanları tek bir hedefe kilitlemesini başarabilmiştir. Bu bakımdan Akif’in çok önemli bir rolü vardır Milli Mücadele’nin kazanılmasında.” Dedi

 

Milli Marşımızın yazılması hakkında da bilgi veren Yılmaz “ O dönemde tabi devlet kurulmuş, diyorlar ki devletin bir milli marşı olsun. Bir milli marş yarışması yapalım. Milli marş olacak bir şiir yazdıralım birilerine. 721 tane eser katılıyor aşağı yukarı bu yarışmaya. Bunların içersinden yedi sekiz tanesi seçiliyor. Fakat bunlar da işe yarar şeyler değil. Yani “Niçin kondun a bülbül kapımdaki asmaya ben yârimden ayrılmam götürseler asmaya’ gibi bir şeyler. ‘Küçüktüm ufacıktım, top oynadım acıktım buldum yerde bir erik kaptı bir ala geyik bunun gibi şeyler.’ Yani seçiyorlar ama içlerine sinmiyor. Sonra diyorlar ki bunlarda marş olmaz. O dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Subhi Bey diyor ki: Mehmet Akif Bey’e bir teklif götürelim. Yarışma geçti ama bu illegal bir şey olsun yani. Bunu yazarsa Akif yazar. Bir Milli Marş yazacak kudretteki, yapıdaki, karakterdeki, fıtrattaki adam budur. Akif’e geliyor diyor ki bir milli marş, İstiklal Maşını yazmanızı talep ediyoruz. Birinci gelene de 500 lira ödülümüz var. Akif diyor ki yazarım ama parayı kabul etmem. Akif istiklal marşını yazıyor. Uzun hikayesi var tabi. Sabah kalktığında Taceddin Dergahı duvarlarında bir takım mısralar, ilhamla yazıldığı belli. O şiir yazıldıktan sonra Büyük Millet Meclisi’nde okunuyor. Millet bir kendine geliyor. Ayağa kalkıyorlar bir daha okuyorlar. Oturuyorlar bir daha okuyorlar. Birkaç saat sonra bir daha okuyorlar. Askere orduya okuyorlar. Herkes gür sesle gümbür gümbür bir kaç gün defalarca okuyorlar. Hiçbir bıkkınlık, usanma yok. Sonra oybirliği ile bu şiiri İstiklal Marşı olarak kabul ediyorlar. Mehmet Akif o sıralarda Meclis’te. Çok sıkılıyor, terliyor Meclis’ten dışarıya atıyor kendini. Sonra Hamdullah Subhi Bey parayı vermek üzere Akif’e geliyor. Akif parayı size almayacağımı söylemiştim diyor. Paranın devlet kasasından çıkması gerekiyor, kabul etseniz de etmeseniz de. Böyle olunca Akif’de parayı alıp Kızılay’ın bir yan kolu olan Dul ve Kimsesiz Kadınları ve Çocukları Meslek sahibi yapmak için kurulan vakıf yada derneğe bağışlıyor.

Akif o parayı almadığı zamanda çok zengin birisi değildi. Bir eli yağda bir eli balda hiç değildi. Hatta ihtiyacı da vardı. Çünkü emanet palto ile geziyordu. O günün istatistiklerine bakarak, o günün şartlarında bir apartman dairesi değil, iyi bir çiftlik 140 liraya alınıyor. Bu ne demek. Akif hem iyi bir çiftlik alırdı birkaç tane de hizmetçi tutar şöyle ahir ömründe rahat edebilirdi. Ama almadı. Fıtrat meselesi bu. Bazı insanlar önemsemez bunu.” Dedi.

 

Akif’in bir dava adamı olduğunu ifade eden Şair, “Akif aynı zamanda bir dava adamı idi. Ve bütün bir şiirinde idealize ettiği, kendi değerlerinden gocunmayan, utanmayan, inançlı, imanlı; bir elinde bilgisayar, bir elinde Kur’an-ı Kerim, kendi değerlerini küçümsemeyen çağın gidişatını da takip eden bir nesli sembolize ediyordu. Asım’ın nesli dedi buna. Karşısında alternatif vardı Tevfik Fikret Haluk’un nesli dedi. Haluk, Tevfik Fikret’in oğludur. Amerika’ya ilim tahsiline gitmiştir. Papaz olmuştur. Bugün Haluk’un nesli yok. Türkiye’de yok, sülalesi nerdedir, bilmiyoruz bunu. Akif’in idealize ettiği Asım’ın nesli bu ülkede yetişmiştir bugün. Dünyanın dört bir tarafında da kendi milletini temsil etmeye çalışıyor. Oxford Üniversitesi’nde bana bir mescit tahsis edebilir misiniz diyor doktorasını yaparken. Bunu elli yıl önce diyemiyordu.

 

Tevfik Fikret 28 Nisan 1905’te Tarih-i Kadim diye bir şiir yazıyor. Bütün mukaddesata küfreden bir şiir olunca Akif diyor ki, ‘ bu adam babama sövseydi tahammül edebilirdim, affedebilirdim ama bu adam Peygamberime (s.a.v.) sövdü. Ölürümde bunu affetmem’ diyor. Tevfik Fikret’in yazdığı 212 mısralık Tarih-i Kadim şiirine karşı Mehmet Akif sadece uzun olmayan bir şiir yazıyor. O şiirden sonra iki üç sene kendine gelemiyor Tevfik Fikret. Cevap veremiyor. Daha sonra tekrar bir zeyl yazıyor, bir ek yazıyor. O şiir:

 

Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkât…

Halkı irşad edecek öyle mi bunlar? Heyhât!

Kimi Garb’ın yalnız fuhşuna hasbi simsâr;

Kimi İran malı da, köhne alır, hurda satar!

Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab;

Biradan, fahişeden başka nedir şi’r-i şebâb?

Serseri: Hiç birinin mesleği yok, meşrebi yok;

Şimdi Allah’a söver… sonra biraz bol para ver;

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder.

 

Akif’in meclisten ayrılışına da değinen Yılmaz, “ Deniz Kurmay Binbaşı Şükrü Bey esrarengiz bir şekilde öldürülünce, cinayete kurban gidince işin sırrı da çözülemiyor. Akif’in çok sevdiği bir kurmay Şükrü Bey. Akif Meclis’ten soğuyor ve hanımıyla birlikte İstanbul’a geliyor. Sonra da çok yakın bir dostu Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gidiyor. Bu arada gidip gelmeleri oluyor, Mısır’a. En son gidişi 10 seneyi buluyor. Bu kadar uzun kalmasının sebebi Milli Mücadele’de omuz omuza mücadele ettikleri dostu Eşref Edib’in vatana ihanetten İstiklal Mahkemeleri’nde yargılandığını görünce buna çok içerleniyor ve Mısır’a geri dönüyor. Hastalığı nüksedince tekrar İstanbul’a geliyor.”

 

Meal yazma hadisesine tekrar değinen Yazar, “ Bu sırada meal yazma işi Akif’e veriliyor. Kabul ediyor bu işi. Ama adına meal demek şartıyla. Bitiriyor da bu meali. Bu sırada Akif Türkiye’deki matbuatı da takip ediyor. Kur’an’ın, Ezan’ın Türkçeleştirilmesi falan gündemde. Bundan endişe ediyor. Yine bir gün Kadir gecesinde smokinleri ile çıkınca Sadettin Kaynak ve Kur’an diye Türkçe okumaya başlayınca Akif’in tüyleri ürperiyor. Çünkü benim yazdığım meal Kur’an-ı Kerim olarak okutulacak büyük ihtimal diyor ve aldığı 1.000 lirayı geri iade ediyor. Bu sırada yazdığı meali Yozgatlı İhsan Efendi’ye veriyor. O sıralarda Mısır’da. Yozgatlı İhsan Efendi, şimdi İslam Konferansı Teşkilatı Başkanı olan Ekmeliddin İhsanoğlu’nun, babasıdır. Meali O’na teslim ediyor ve diyor ki ben Türkiye’ye gidiyorum hastalığım arttı. Eğer geri dönersem gözden geçireceğim yerler var. Dönmezsem vasiyetimdir bunu yakarsın diyor.

 

İstanbul’a geliyor ve yakın dostu Abbas Halim Paşa’nın Beyoğlu’nda bir apartman dairesi var. Apartmanın ismi Mısır Apartmanı. Akif orada vefat ediyor. 27 Aralık 1936’da akşama doğru. Bugün Mehmet Akif’in vefat ettiği daire eğlence merkezi ve randevu evi olarak kullanılıyor. Bilinçli olarak ama. Tek kişilik Mehmet Akif oyunu oynuyor Ahmet Yenilmez. O’nun orada galasını yapalım, başlatalım gibi bir şey denilmişti. Aşamadılar o duvarı, yıkamadılar. Orası asla boşaltılması düşünülmeyen bir randevu evi olarak kullanılmaya devam ediliyor hala.

 

Mehmet Akif’in vefat haberi duyulmasına rağmen resmi mercilerden hiç kimse gelmedi. Devlet herhangi bir girişimde bulunmuyor. Cenazesine hiçbir resmi zevat katılmıyor. Akif’in vefat haberini alan İstanbul Üniversitesi’nden birkaç kişi Beyazıt Camii’ne geliyorlar. Bunlardan birisi Ord. Prof. Dr. Suphi Dönmezer, diğeri Midhat Cemal Akif’in arkadaşı ve talebesi, diğeri de Allah (c.c.) rahmet eylesin Abdülkadir Karahan. Edebiyat profesörü. O zaman öğrenciler. Akif’in cenazesine iştirak etmek için Beyazıt’a geliyorlar. Öğleye bir saat kala ortada hiçbir alamet yok. Acaba yanlış bir bilgi mi aldık diye konuşurken ileriye bir araba yanaşıyor. Pikap gibi bir şey. Bakıyorlar ki arkasında üzerinde örtü bile olmayan bir tabut. Arabadan iki kişi iniyor ve tabutu indirmekte zorlanıyorlar tabi ki. Bu arkadaşlar da yardım olsun kimi kimsesi yok diye tabuta omuz vermeye gidiyorlar. Oradakilerin konuşmalarından anlıyorlar ki Akif’in cenazesi. Hemen koşuyorlar fakülteden bir Türk bayrağı buluyorlar ve tabutun üzerine örtüyorlar.

 

Akif’in cenazesi böyle hazindir. Edirnekapı mezarlığına defnediliyor. Uzun zamandır mezarını ziyaret etmek bile yasaktı.

 

Mehmet Akif üzerine daha çok konuşmak gerek şüphesiz. O’nun çok yönlü bir insan olması derinliğine dalmamız gerekecek. Bu da çok farklı dünyalar çıkartacak karşımıza. Ama zihnimizde bir çerçeveye oturtmak açısından bununla iktifa edelim. Bugünün hatırasına böyle bir sohbet yapmış olalım. Allah (c.c.) mekanını cennet eylesin. Bizler; torunları, evlatları olarak onun idealine, inancına, imanına layık eylesin. Amin.”

 

Sohbetin sonunda konuğa ÜNDER’İN klasikleşen kitap hediye 12.1.2010 00:00:00
Hit: 534